Sayfalar

28 Haziran 2012 Perşembe

DUYGULANDIM...

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez....
Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç...
Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra... Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca,

"bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur"

diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...

"Senin için ölürüm"

derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam

"hayır, ben senin için ölürüm"

diye yanıt verirdi hep... Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın,

"bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak..."

Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,

"mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"

mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten... Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul
etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan.

"Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama.

Bbu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..."

"Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.

"Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun! ,burası bizimdir artık..."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:

"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama,

"Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere...

Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken,

"Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım"
diye sözünü kesti arkadaşı.

"O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya..."

"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın.

Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı...

Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...

Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu
Alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken,

"Son bir kez kucaklamak isterim seni"

diyecek oldu ama kadın,

"Defol!"

dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar...
Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.
Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.

"Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.

"Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın.

Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:

"Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,

"Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem"

diyordu...

Sırayla okudu;

"Seni çok sevdim",

"Seni sevmekten hiç vazgeçmedim",

"Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim."

"Fakat benim için ölmeni istemedim"

"Şimdi bana söz vermeni istiyorum."

"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"

son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım..."

Bu yazıyı birkaç sene önce bir kitapta okumuştum. O zaman da bu şekilde duygulanmıştım. Bu gün yine rastladım ve paylaşmak istedim. 
Allah herkeze böyle aşk nasip etsin.Ama mümkünse eğer mutlu bir aşk:D 
İyi geceler kovalasın yedi cüceler :D

22 Haziran 2012 Cuma

ANNEMİN ÇİÇEKLERİ

   Annem çoğu anne gibi çiçek sever bir arkadaş:) bu yüzden de evde elimizi attığımız her yer saksı ve çiçek :) bazen soruyorum "anne bunlar ne?" diye o da "Bilmiyorum ki. sıkıştırmışım birşeyler ama ne olduğunu bilmiyorum" diye :D ve çokşaşırdığım diğer bir husus da şu ki ne ekerse tutuyo:)ama mesela ben eksem bir meyvenin çekirdeğini tutmaz arkadaş ama anem ekince tutuyor! şimdi de onun çiçeklerini paylaşmak istiyorum biraz ama bakarken MAŞALAH diyin yoksa tefe kor beni :P

    İşte çiçeklerimizin küçük bir kısmı. Daha sebzeler çikmadı. çıkınca onları da paylaşiçiğim sizinle:D


Bu zat-ı muhterem katmerli küpeli olup geçtiğimiz günlerde yüzünü gösterdi anneme.

Burada daha açmamış tomurcukları görebilirsiniz.




Bu da küpelinin normali (ne deniyorsa artık ona :P)




Ahhh! bu arkadaş gurbetçi efenim! Taaaa Dalyan'lardan aldık geldik 2 sene önce.(yahu gelirken arabanın yarısı çiçekti anlamadım nasıl oldu! ) Annem bu arkadaşı bambaşka bir iklimde dahi tutturmayı başardı ya bravo. Ama çok güzel değil mi? Katmerli japon gülü:D




Küçük kaktüsümüzün çiçeği o da bu sabah açmış:D

 
Bu altta gördüğünüz resim de geometri çalışırken annemin düşen küpeli çiçeklerini kitabımın üzerine atmasıyla oluşan görüntüdür efenim:D 




Sİzi güzel kuşum,aşkım, FISTIK'ımla tanıştırmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. İşte benim kuşum. Ben bıraktı gitti ama ben yine de onu çok seviyorum.


Şimdi bıraktı gitti diyince kaçtığı düşünülmesin diye ekleme yapıyorum. Kuşum nisanın 31'inde öldü ne yazıkki. Yaklaşık 12 yıldır bizimleydi. Onu aldığımızdadaha tüyleri dahi yoktu gözlerini açamıyordu. 




 Hala bir boşluk var evde unutamıyoruz hiçbirimiz onu. özledik seni be!




Ama ne kadar yakışıklı değil mi? :'(

 

SON CARİYE

          Bu kitabı kuzenim verdi birkaç ay önce. (kendisi de okumamıştı daha canım:)) Ama araya ne yazık ki sınav dönemi girdi okuyamadım. Bende geçen hafta başladım okumaya. İyiki kuzenim vermiş bu kitabı. iyi ki okumuşum.

        Tarihi çok severim. İster Türk tarihi ister dünya tarihi olsun çok ilgimi çeker zaten. Ama ben tarih sevmeyenlerin de okumasını şiddetle tavsiye ediyorum.

Arka Kapak :
        
Japonya'nın kırsal kesiminde, dağların derinliklerindeki bir köyde büyüyen Saçi, kendini hep farklı hissetmişti. Solgun teni ve güzel hatları onu arkadaşlarından ve ailesinden ayırıyordu. Derken, Saçi on bir yaşındayken bir prenses, köylerinden geçti ve onu görkemli Edo şehrinin Kadınlar Sarayı'na sürükledi. Entrika ve erotik rekabetle örülü saray, üç bin kadının ve tek bir adamın -genç şogunun- eviydi.

Ve Saçi, şogunun cariyesi olmak üzere seçilmişti. Ancak Japonya değişiyordu. Batı'dan Siyah Gemiler gelmiş ve Japonya'yı kolonilerinin arasına katmaya hevesli yabancıları getirmişti. İç savaş patladığında Saçi saraydan kaçtı. Asi bir savaşçı tarafından kurtarıldığındaysa ilk kez aşık oldu. Ancak savaşçıyla bir ömür hayal etmeden önce, Saçi'nin kendi geçmişiyle ilgili gizemi çözmesi gerekiyordu. Bu gizem öyle korkunç bir günah barındırıyordu ki, Saçi'nin hayatı altüst olabilirdi.
         

 Bir kere kişilerin duyguları o kadar iyi aktarılmış ki resmen kendini Saçi'nin yerine koyuyorsun. Onunla üzülüp onunla seviniyorsun.
          Tamam gerçekten çok güzel bir kitaptı ama eleştirmicem mi? tabi ki de eleştiricem :P hahaha çok kötüyüm di mi? :D
          ilk önce sunu söylemeliyim. bu eleştiriyi yapıyorum ama kitabı okuyup eleştirisini kendisi görmek isteyenler lütfen bu paragrafı dikkate almayın. ama kitabı okuyup eleştiri yapmak isteyen olursa yorumlarınızı da lütfen eksik etmeyin. Hepimiz samuray kılıçlarını az veya çok biliriz. Her şeyi sorunsuzca kesebilen kılıçlardır bunlar. yani bir samuray karşısındaki kişiye sallasa şöyle bir anında adam iki parça olur. hatta samuraylar kendilerini bununla öldürür-bkz:Seppuku-. Kitabımızda birçok samuray ve haliyle samuray kılıçları var. Olaylar Japonya'nın çok karışık bir döneminde -bkz:Boshin Savaşı- yaşanması nedeniyle de bol bol kullanılıyor bu silahlar. Kitapta yazdığı kadarıyla el kol çene kafa havada uçuşuyor bu kavgalarda. ama iç savaş döneminde kışkırtıcı taraf olan İngilizlerin silahları da kullanılmaya başlıyor. bunlar toplar tüfekler vb silahlar. Eğer Wikipedia bağlantısına bir göz attıysanız Japonların bu silahları ilk kez görmüş bir millet olduğunu anlarsınız. İşte bu silahlarla taranmış bir savunma hattına gidiyor bir ara baş karakterimiz-Saçi-. ona göre samuraylar savaşta cesurca ölmeliydi ilk başlarda(aslında ölmese daha iyiydi ama;D). ancak bu savunma hattına gittiğinde gördüğü manzara korkunçtur. yüzlerce asker ölmüştür ama ortada sadece et yığını vardır.el kol bacak parmak. (tabi ki de çok kötü çok üzücü bir olay bu ama anlatmak istediğimin bununla hiç bir alakası yok.) Saçi bunun kasaplık olduğunu ve hiç onurlu dürüst bir davranış olmadığını modern savaşların arkasına saklanıldığını söylüyor. Seni vuranın kim olduğunu bile göremediğini cesurca savaşılmadığı söyleniyor.Evet kesinlikle onurlu bir davranış değil. Evet cesurca değil etik değil. aslında berbat bir durum. buraya kadar katılıyorum her harfine kadar. Ancak takıldığım nokta şu ki bunun kasaplık olduğu söyleniyor. (evet buna da katılıyorum) ama kendi kılıç dövüşlerinde de zaten ortaya çıkan manzara bu. yani demek istediğim ilk sayfalarda arkalarında bıraktıkları dövüş alanlarında da manzara o savunma hattındakiyle aynı aslında sadece daha küçük boyutlu bir savaş anında iki tarafta da bu görüntü oluşacak zaten. Benim gözüme batan bu. ama asla bu modern silahların savunmasını yapmıyorum. modern silahlarla yapılan savaşın da samurayların birbirinin gözünün içine baka baka cesurca korkususzca yaptıkları savaşlardan daha iyi olduğuna da inanmıyorum kesinlikle yanlış anlaşılmasın lütfen. Ama dediğim gibi bu nokta fazlasıyla gözüme battı.

        Kitabın en sevdiğim yanlarından biri de sonunda yazarın kitabın ortaya çıkış serüvenini açıkça ortaya koymasıydı. gerçeğiyle kurgusuyla kusurlarıyla her şeyini anlatıyor. kitaptaki küçük veya büyük tüm olayların %90'ı gerçekten yaşanmış olaylar. %10'unda da kendi kurgusu var. Tek bir olayın da tarihini değiştirmiş o kadar. Kitap sanki o dönemin tüm olaylarını doğrusuyla yanlışıyla anlatıyor. bu beni çok etkiledi. ne de olsa bu gibi kitaplar çok karşıma çıkmıyor.

       Kitaptan bir cümleyle yazıyı bitirmek istiyorum çünkü gerçekten çok uzun oldu bu kadarını beklemiyordum açıkçası:D



...Hayat bir serçenin kanat çırpması gibiydi, anlık bir titreşim. Her şey değişiyor ortadan kayboluyordu. Bu Saçi'nin her zaman aklında tutması gereken bir dersti...

18 Haziran 2012 Pazartesi

CANIM BABAM

Babalar günü dündü ama yazısını bugün yazsam nolur sanki?:P

Bu şarkıyla başlayalım:D

ban küçükken annem sofrayı kurduğunda beni babamın kucağına oturturmuş. babam yemek yedirirmiş bana. tabi bende de biraz oburluk var. adam rahat rahat yiyemezmiş yemeğini. hala söylenir durur "karnım doyardı da gözüm doymazdı!" diye. CANIM BABAM :D
Babaların fedakarlığını, sabrını, hoşgörüsünü, sevgisini en güzel anlatan video bence :)

Bu da profilonun anneler günü reklamına karşı yapılmış bir çalışma bence çok başarılı. profilonunki de öbürü de.



Ve de bu yılın en güzel babalar günü rekalamları:D


BU YAZI BABAMA İTHAF EDİLMİŞTİR!




15 Haziran 2012 Cuma

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

 Bu yazıyı galiba geçen senelerdeki ders kitaplarımda gördüm ve çok ilginç geldi.Kitabı atmadan önce de bu yazıyı ayırmıştım. Dün odamı toplarken gördüm( yok yok hayır dağınık biri değilim asla! :P) ve paylaşmak istedim:D

Keçiboynuzunun adı Yunancada "keratıon", İngilizcede "carob" Arapçada ise "kırrıt"tır. Keçiboynuzunun tohumu yüzyıllar boyunca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar keçiboynuzu tohumarıyla tartılarak satılırmış. bu yüzden keçiboynuzu "kırat" ya da "karat" denilen ölçüye adını vermiş.
Dosya:Carop tree seed.JPG Prof. Dr. Ayhan Akkaya şöyle yazıyor: "Keçiboynuzu çekirdeği tabiatta ağırlığı değişmeyen bir tohumdur. Bütün tohumlu bitkilerden yalnızca keçiboynuzu uzun süre suda bekletilince tohum verir.bu hem çok kuruduğu ve meyveden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alma ihtimali çok az olduğu içindir."
            Keçiboynuzu çekirdeği Araplar Selçuklular Osmanlılar döneminde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. 4 tane keçiboynuzu çekirdeği 1 dirhemi ifade eder (1dirhem 3 gramdır). Satıcı 2 dirhemlik bir ürün satarken bu da benden olsun diyip 1 çekirdek daha fazla tartarsa bu müşterinin saygın biri olduğunu gösteririmiş. "İki dirhem bir çekirdek" sözü burdan gelir.

           O zaman bir çekirdek fazlanız olsun diyip bağlayalım bari :P

13 Haziran 2012 Çarşamba

VOSVOS

Çok sade buna rağmen sevimli...
Bizim tabirimizle kaplumbağa, vos vos, tosbağa gibi isimler aldı. Ama gerçek adı: Volkswagen Beetle...
       Bu güne kadarki tüm otomobillerden daha farklı bir tasarıma sahip  ve açıkçası vosvosu ayrıcalıklı yapan da bu sevimli tasarımı. Bu tasarım mercedes de dahil olmak üzere birçok başarılı aracın tasarımcısı olan Ferdinand Porsche'nin imzasını taşıyor. .
      Ferdinand Porsche Henry Ford'un hayranıydı ve onun onun "T" modeli gibi dayanıklı  ve ucuz bir araç yapmak istiyordu. Ama bu araç hiçbir otomobile benzememeli, özgün bir tasarım olmalıydı. En sonunda vosvosun o sempatik tasarımı ortaya çıktı.
      Bir vosvosu farklı kılan tasarımı ama aynı zamanda halk tipi bir araç olması da büyük etkiye sahip. Halk tipi derken kastettiğim ise dayanıklı ve de ucuz olması. Porsche  aracın yakıt tasarrufu yapması için tüm ağır parçaları yeniden tasarladı.Tüm parçalar tek tek gözden geçirildi. Sonuç tasarruflu ve sağlam bir araç.



      Porsche'ye destek veren firmaların projeyi durdurmasının ardından Hitler yardımelini uzattı.
İlginçtir ki Hitler araba kullanmayı bilmiyordu ama Mercedes ve Porsche' ye hayrandı. Onun düşüncesinde her işçi bir araca sahip olacaktı. Bu arç da ucuz ve dayanıklı olan vosvos da başkası değildi.Hitlerin teşvikiyle Porsche 33 başarılı araç yaptı. Bunun üzerine enson donanımlara sahip modern bir otomobil fabrikası açıldı.
       Haftada 5 mark ödeyerek otomobil sahibi olmak için başvurular başlamıştı ve binlerce kişi para ödemeye başlamıştı. Ancak hiç kimse bu rüyasını gerçekleştiremedi. II. Dünya Savaşı başladı...
        Üretilen araçlar Nazi Partisi liderlerine dağıtıldı. Fabrika da savaş için mühimmat üretmeye başladı. Bu yüzden de savaş boyunca birçok saldrıya uğradı. Amerikalılar fabrikayı dağılmış halde ele geçirdiler. Otomobil rüyasını hala gerçekleştirmek isteyen işçilerde bir yandan fabrikayı onarıp diğer yandan vosvosları el yapını üretmeye başladı. Üretilen araçlar İngilizlere satılıyordu. Başlarında herhangi bir yönetici bulunmayan işçiler fabrikadan tekrar otomobil çıkarmayı başardı hatta yüzlercesini. İngiliz ordusu fabrikayı devralmaları için üreticilerine çağrı yaptı ancak onlar vosvosun çirkin olduğunu düşündükleri için bu çağrıya kulak asmadı. Onlara göre büyük gösterişli araçlar dururken neden çirkin ve küçük araçlar tercih edilsindi ki. Boşuna zarar etmeye ne gerek vardı(!) 

Herbie'yi tanırsınız. Tanımadınız mı? 
        En sonunda fabrikanın başına Opel'in yöneticisi Heinrich Nordhoff geçti. Aracın tasarımına dokunmadı ama verimi artırmak için uğraştı. Uğraşlar başarılı oldu ve kar elde edilmeye başlandı
       Amerikalı askerler aracın kalitesini fark edince vosvosun ünü tüm dünyaya yayıldı. Diğer büyük araç üreticileri de resmen azı açık olanları izledi
       Sonuç olarak 10 yıldır üretilmeyen bu araç yine de bizim gözbebeğimiz. Özellikle de benim:) Hala büyük tutkunları olan volkswagen beetle sevimli çizgiler ve o samimi sesiyle hepimizin kalbini kazandi. Hadi itiraf edin çocukluğunuzda azmı saydınız mavisini kırmızısını....


 Bu resimleri bilgisayarda buldum. Baba oğul çok sevimliler. Bu arada bu yazıdaki resimleri abim indirmiş. İkimizin de sevdiği, bayıldığı bir otomobildir kendileri de ;P 



VE BEN KAÇAR =]



8 Haziran 2012 Cuma

49 DAYS


      Bu diziyi herkes biliyor. Ben biraz geç kaldım. Belki de ağlamaktan korktum. Ama en sonunda dayanamadım ve şuan “keşke daha önce izleseydim” diyorum. Eğer bilmeyen varsa ona kocam bir CIIIIIIKKKKK CIIIIIIIIKKKKK CIIIIIIIIIKKKKK. Hemen öğren eyyy bilmeyeennnnn!. Hatta neden vakit kaybedesin ki? Hemen izle. Evet, insanlık vazifemi de yaptım. Şu an rahatımJ.
        
      Hemen diziye dönelim. Efendim dizimizde ilk başta hiçbir şey bilinmiyor. Ama sonradan Akkoyun-karakoyun çıkıyor ortaya. Kadroya bir göz atalım ama önce şunu belirtim: İzlemeyenler için tehlikeli bölgeye giriyor budan sonrası. Çünkü her hangi bir spoiler ile karşılaşabilirsiniz.



Shin Ji Hyun:

         Bir kazayla hayatı yıkılan, öğrendği gerçeklerle hayatı bir daha yıkılan birinin hayata nasıl tutunduğunu gösteriyor bize.
Bu kız hayatında gerçekten çok şanssız olmuş. hayatını yalanlar bütünü içinde gerçirmiş. Herkeze elinden geldiğince yardım etmiş iyi davranmış ama çevresindekiler onu hak etmeyecek kadar kötüymüş meğer. Kadersiz yavrum :’(...


Han Kang:

          Bu zavallım da hiçbirşeyi anlamadan dinlemeden karar veren ve hayatını bu kararların pişmanlığıyla geçirmiş.  Yazık!
Ama kızımızın karşılaştığı “ adamgibiadam”lardan birisi olur kendisi. Ve bu  “adamgibiadam”lar maalesef sınırlı sayıda.   




Shin In Jung:

NANKÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖRRR!
Bu kadının bize neyi gösterdiğine de değinmek istiyorum. Bu kadın bize ekmek veren elin nasıl ısırıldığını gösterdi.
Hatasını fark etti etmesine ama iş işten çoktan geçmişti ne yazıkki. Ama hakettiği cezayı aldığını düşünüyorum. Vicdan azabı bu gibilere verilecek enbüyük cezadır kanımca…


Kang Min Ho:

Bu şahs-ı berbat’ a da “NANKÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖRR!” diye bağırmak istiyorum. Ama artık bu adama nasıl bağırırsak bağıralım yine de yetmeyeceğini düşünüyorum ve susuyorum.
Bu adam geçmişte yaşadıklarının cezasını çevresindekilere çektiriyor. Ve bu da onu hayatı boyunca süre gelen mutsuzluklara sürüklüyor. Tamam kötü bir hayat yaşamış olabilirsin ama bunu neden başkalrına çektiriyorsun ki?


Song Yi Soo:

Veee son olarak da hepimizin gönlünü çalmış olan bir “ruh bekçisi”
5 yıl boyunca sadece 2 gün sevgilisinin yanında olmak ve ona veda edebilmek için çalışmış olması beni çok etkilemişti. (yoksa yakışıklı olması, karizmatik olması yada vb.özellikleri değil beni etkileyenJ)



Song Yi Kyung:

Bu güzel yüzlü ama kötü kaderli kızımız ise geçmişte kendisi için çook önemli olan birini kaybettiği için hala yas tutmaktayken. Canına tak eden bu üzüntüsünü alıp kendini caddeye bırakıvermiştir. Ama bu girişim başarısızlıkla sonuçlanıp kötü kaderli Ji Hyun’un başında patlamıştır.
“Bir yas bu kadar uzun süre tutulur mu?” diye sordum kendi kendime ama eğer ölen kişi senin herşeyin olmuşsa ondan başka hiç kimsen yoksa tutulur arkadaş! 

Artık konuyu özetlersek biricik “elbebekgülbebek”imiz  tanımadığı biri yüzünden kaderinde yokken ölümle burun buruna gelir.  Ve ona 49 günlük bir şans verilir. Bu 49 gün boyunca hayatını boşa geçirmediğinin ve kendisini yürekten sevecek kişilerin olduğunu kanıtlamak için 3 tane saf gözyaşı damlası toplamalıdır. İlk başta bu çok kolay gibi gözükse de Ji Hyun çevresini tanıdıkça bunun o kadar da kolay birşey olmadığını anlıyor. Nasıl kolay olsun ki en yakın arkadaşı ve onun kaderi olduğuna inandığı nişanlısı ona ihanet ediyor.
 Ji Hyun gözyaşı toplamak için  Song Yi Kyung'un bedenini kullanıyor. Üniversite arkadaşlarını bulduğunda anlıyor çevresindeki insanların beş para etmez olduğunu .
 Öyle veya böyle 49 gün boyunca uğraşıp 3 damla gözyaşını buluyor bulmasına da...o 49 günden sonra 6 güncük daha yaşayabiliyor... ama arkasında kendisini seven birçok kişi bırakarak veda ediyor hayata.


Benim etkilendiğim  yerlere gelirsek:

 Bu yakarış:

J.H: Unni, teşekkürler. Ölmediğin için teşekkür ederim. Yine de neden canına kıymak istiyorsun bilmiyorum. Seni çok kıskanıyorum. Unni sen kendine ait bir bedeninin olmasının ne kadar önemli olduğunu bilmiyorsun değil mi? İstediğin şeye dokunuyor sıcaklığını hissediyorsun. Kendine ait bir sesin ve sesini duyurabileceğin kişiler var birine baktığında rahatça gülümseyebilirsin. Unni lütfen biraz güçlü ol. Unni biraz güçlü ol ki ben de yaşama tutunabileyim. Hayır, en azından yaşama geri dönebileyim.

 Bu anne



Bu dilekler



             Bu dizinin sonunda insafa gelenler de var, aşka gelenler de. Ama elde kalanlar ıslak peçeteler, akan burunlar, kızaran gözler, damlamakta inat eden gözyaşları ve "HAYIIIIIIIIRRR!" nidaları :)


      NOT: İmzamın olmadığı resimleri dizifilm.com'dan aldım. diğerlerin de dizinin videosundan kendim ayıkladım.







4 Haziran 2012 Pazartesi

...Ben Geldim...


BAKARDIM GÜNEŞ AVUÇLARIMDA

Hani güzel çocukluk evleri vardı,
Görülmemiş rüyalar gördüğümüz,
Yıldızlara bürünürdüm üşüyünce,
Ay üşümüş ellerimden kayardı,
Dışarıda kar yağardı ışıl ışıl…


ılası dağlar vardı uzakta,
Dağlarda masallardan kopup gelmiş
Ateş yakan bin atlı düşünürdüm
Ve sonra koşardım pencereme,
Pencerem masallara bakardı…

At sürerdim doludizgin dağlara,
Dağlar uyanırdıır uykularından,
Alırdım kendimi korkulardan,
Biraz daha büyürdüm, biraz daha…

Hülya gibi sessizce kurulmuş
Masal sofraları ve bir çocuk
Öylesine sevinmiş, doyurulmuş
Ki bahçeler, kuşlar ve kahkaha…

Güller açardı parmak uçlarımda,
Bakardım güneş avuçlarımda...

Beşir AYVAZOĞLU


Blog dünyasını yaklaşık 5 senedir takipteyim. (Ama daha bu seneye kadar yorum dahi yazmadım) ilk yorumumu geçtiğimiz haftalarda Mydestiny’s Blog'a yaptım. Ateşböceği yolu kitabının tanıtımını yaptığı yazısına  ). İlk karşılaştığım blog Kore Delisi’nin bloğuydu. (ama wordpress in kapattığı eski bloğu. Ne kadar üzülmüştüm bulamayınca. Hergün bi heves açıp arardım ama yok. neyse sonunda daha fazla bekletmedi bizi. ) orada sevgili GUMİHO’cuğumun OST’unu aradım. Saolsun gerçekten çok güzel bir paylaşım yapmıştı. Aradığımı bulunca kore delisi’nin bloğunun atını üstüne getirdim.(unnii eğer bloğunu darmadağın eden kişiyi hala bulamaysan o benimJ). Sonra başka bloglar yeni kişiler tanıdım ve gerçekten çok beğendim blog dünyasını. “Neden benim de olmasın?” sorusuyla dolaştım bunca yıl. Ama hep aklımda ”acaba becerebilir miyim?” “Beni de aralarına alırlar mı?” ” O kadar başarılı olabilir miyim” sorular da vardı. En sonunda bir gaza geldim bir gaza geldim dedim ki ”pofuduk tabi yaparsın hadi yürü be kim tutar seni” dedim ama daha blog tasarımı yaparken “yaaaaaaa olmuyo buuuuuuu!” nidaları attım. Sonunda buradayım. Umarım başarırım.(ama bir daha tasarımı değiştirmek istediğimde 132738273 kez daha düşüncemJ).



 
Veeee EVET İŞTE BEN GELDİM….